Wednesday, November 11

Seyirci

Günlerinin uykusuz umutları, uykulu düşleri, derken gecelerin gerçekten bir adım ötede dünyalarında yaşıyorsun. Güneşin doğuşundan hemen önce hareketlenmeye başlayan bir yaşamın içinde, kendi karanlığında yoksun, yok oluyorsun. Günün ortasında gülümseyen dudakların arasında değil senin suskunluğa gün geçtikçe daha alışan ve bir zamanın sessizliğine hep düşman olduğuna senin bile şimdilerde zor inanacağın suskun dudakların. Akşamüstü keyiflerinde, aynada bulanık bakışlarını gözlerini açabildiğin küçük aralıktan sığdırabildiğince yorgun ve yenisin yüzünün üzerindeki kırışık ve uykulu çizgilerle. Akşam niyetine kahvaltıların sana kavuşturduğu karanlık gecenin içinde, karanlığın kardeşiymişsincesine belirsiz varlığın; sen koca bir yaşamı o karanlığa feda etmiş olsan da kendi ellerinle.. Evini özlüyorsun kimi zamanlar.. Serin akşamları yağmurlu ve ıslak gecelere bağlayan sokaklarda, hele bir de avuntularından uzak, yalnız başına kaldığında, evinin bir yerinde bulacağına hep emin olduğun sıcacık bir köşeyi özlemekten de öte bir şey aslında senin için, odanın kapısını tüm dünyalarının yollarıyla birlikte kapatıp da, geceye emanet ettiğin yaşamını her gece ondan geri almaya çalışırken evine duyduğun özlem. En sevdiğin yağmur damlalarını, sanki sana inat olsun diye yaparmışcasına en sevdiğin şekilde, bir şemsiyenin altında ya da dudaklarının sıcaklığında yaşayan sevgilileri gördüğünde içinde yıkılan umutlarına duyduğun en gerçek özlemlerin bile yetmiyor seni özlediklerine kavuşturmaya; sen buna inanmıyorcasına sabırla ve bir o kadar da kırılgan sabırsızlığınla beklerken olduğun yerde. Özlemlerine bile seyirci olduğunu görsen de, zaten çoktan terk ettiğin yaşamınla buna da seyirci kalıyorsun.. Neredesin sen?.. Yaşadığın her anı yaşarken ve yaşadıktan sonra sorguluyorsun kendi içinde ve yaşananları yaşatanlarda, yaşadığına aldırmaksızın. Her davranışa, her dokunuşa, her sese, her bakışa bir karşılık arıyorsun duygularının, düşüncelerinin arasında. Olup biten her şeyi en ince ayrıntısını bile görmezden gelmeden açıklamaya çalışıyorsun kendine her zaman parçasında. İnsanlara yüzler, olaylara maskeler, zamanlara bahaneler, yalanlara avuntular takıyorsun kendi bildik dünyalarından. Her yanlışınla usanmadan başa dönüp, her şeyi kendin için zorlaştırırken, kendine bir karşılık bulamıyorsun kendi sözcüklerinde bile. Ve her karşılıksız yaşam parçasındaki inadın bu sefer içinde gizleniyor; seni sorgulamaktan kaçırıyor seni “umursamazlık” avuntun. Kaçtığın yerde bile bulamıyorsun kendini, tüm yaşantınla kaçtığına sen de inansan bile kimi zaman.. “Bir zamanlar” kendine isim bile verebilirdin avuntuların tuzağına düşmeden; şimdiki halinle bunu bile yapamıyorsun... “..Yaşam dediğin oyun, uçsuz bucaksız bir okyanusun mavisine bırakılmış küçücük bir kayık gibi insanoğlu minyatürüne... Ufukların hepsi yalan, bulutların hepsi uzak... Güneşin ışıkları olsa hep gözlerinde, kurur bedenin; yağmurun gözyaşlarında eriyip gider. Fırtınalara dayanmaz yüreğin; usul denizde için sıkılır maviden... Bir başına boş kalır ellerin; mavinin gözlerinden yansımadığı yerde daralırsın içinden... Ortası yok yaşamın; başı, sonu yok bir yerlerde. Ne güneş, ne fırtına, ne bulut, ne yağmur, ne şu sahte ufuklar, ne yalnız bir balık olabilirsin mavilerde... Üstünde durduğun küçücük bir kayık...” diye sözler okuduğunda masanın üzerinde sencil harflerden yazılmış bir kağıtta; içinde duyacağın umut dolu boşluktur seni “avuntulu” uykularından birdenbire uyandıran. Bir kabusun son perdesini bitirirken gözlerini açmışçasına yorgun ve ter damlalarını yüzünde hissedecek kadar “gerçek” olursun. Hep olman gereken yere seni götüren, aslında çok iyi bildiğin; ama cesaretsiz düşünmelerinde dudaklarının arasından bile fısıldayamadığın sözlerdir yine; seni yeniden “son zamanlarının” uzaklaşmak istediğin “sen”ine götüren de.. Ama anlamsız seyirler.. Kuş cıvıltıları kadar özgür bir dünyanın tanıdık sahibisin sen. Her adımında bunca “kendince” oluşunun eseri yaradılışındaki bu özgün tutku; ama sen bunu görmezden gelmeye çalışıyorsun, sanki sen yine “sen” olsan “yaratmak” sözünün seninle ilgili olduğu yerlerin ağırlığının altında ezilip gidecekmiş gibi. Kısa sevişmelerin, üstten savma aşkların huzurunda yalnızca terk etmekle yetindiğin kayıplarının arasında unutuyorsun içindeki yaratıcı çocukluğunu ve tutkulu büyümüşlüğünü. Sahte gülücüklerde, soğuk ellerin “sevgisiz” sevgilerinde güvende hissediyorsun bedenini; yaz akşamlarında seni şehrinle ve dünyalarınla bir başına bırakan yüzleri çoktan tanımış olmana rağmen. Yinelemeleri sevmiyorsun yenilemelerin ihtimalleri bile varken; ama her yanlışınla kendini, her vazgeçişinle avuntunu, her umutsuzluğunla karanlığını tekrarlıyorsun çok uzun zamandır. Yenilemeleri gözündeki dev aynalarından gördükçe, yinelemelerin alışkanlığına bırakıyorsun kendini yağmurlu memleketlerin bıldırcın sürülerinin dağlara inmeleri gibi; yok olacağını bilerek ve tüm yaşamını feda ederek çaresizlikteymişçesine.. Yaşayışın var kendince öyle ya da böyle bu zamanların içinde. Öyle bir yaşayış ki seninki, kendi sığınağını kemiren elma kurtları gibi öldürürken kendini, senin zamanlarında, senin yakınındaki yaşamları zorluyor “her gün biraz daha yakın”laşmalarında. Yalnızca “sen” sanıyorsun olup bitenlerin yıkıp geçtiği, bozduğu ve terk ettiği; ama kendin gibi, aslında farkında olsan ne değerlerini üzerlerine bırakacağın yaşamları da görmezden geliyorsun.. Umursamaz körlüğünde yeniden; ama yine yanılıyorsun.